Kadınlar için Porsche: VW Beetle

Kaplumbağa, Tosbağa, Vosvos ve hatta Tosbağagen… Siz hiç başka bir modele Türkçe isim takıldığını gördünüz mü? En azından ben Renault Clio’ya ceylan, Seat Leon’a leylek diyeni görmedim. Demek ki Volkswagen Kaplumbağa’nın (Käfer-Beetle) bir farklılığı var. Çoğu kişi tarafından bilinen 70 yıllık öyküsünden bahsetmenin bir anlamı yok ama 2003’e kadar (Brezilya’da) üretilmesinin ardında bir gerçek yatıyor. Çok sevimli bir tasarıma sahip olması, basit yapısıyla uzun yıllar hizmet etmesi gibi etkenler bir yana yaratıcısının Ferdinand Porsche gibi bir dahi olması Kaplumbağa’nın arkasındaki en önemli itici güç oldu. Peki, ben bu otomobilin aslında bir Porsche sayılabileceğini biliyor muydum? Hayır, sadece The Beetle’ı görünce ilk ağzımdan dökülen söz ‘Kadın Porsche’si oldu.

VW_Beetle_6

Hakikaten de biraz yüksek bir Porsche 911’i andırıyor. Mert de bu yorumum üzerine VW’nin hikayesini anlattı. Daha sonra internetten de araştırdım, ilk Porsche olan ve baba-oğul Porsche’ler arafından geliştirilen 356, üstünden bastırılmış bir Kaplumbağa’ya benziyor. Kısaca bu detayları da öğrendikten sonra VW markasına saygım biraz daha arttı zaten bir Polo kullanıcısı olduğumu da belirtmek istiyorum. The Beetle ’a geçmeden önce bunun aslında ilk yeni versiyon olmadığını da söylemek lazım. VW, New Beetle adıyla 1997’den 2010’a kadar ürettiği modelden sonra 2011 yılında fotoğraflarını gördüğünüz The Beetle’ı yarattı. Açıkçası New Beetle bu kadar ilgimi çekmemişti. Benzer bir tasarımı olmasına rağmen güncel model çok daha etkileyici hale gelmiş. Eskisine göre geniş, basık ve sportif görünüyor. Retro tasarımlı otomobilleri seviyorum. Fiat 500 ve MINI bunlara çok iyi bir örnek. Hatta Mert’e ısrar ediyorum teste alması için. 500 ve MINI de çok güçlü bir tarihe sahip olmasına rağmen bence eski bir modelin yeniden yaratılması fikrine en çok yakışan model Beetle. Çünkü 70 küsür yılda 21.5 milyon adet satılmış bir dedesi var. Neyse artık dedeyi bırakalım da toruna geçelim. Bu torun, büyükbabasından daha bilge ve olgun. Rock’çı bir dedenin atom mühendisi torunu gibi. Fakat genlerinde olan sevimlilik, ailenin küçük üyesine de aynen aktarılmış. Bu arada torunun tek işi ders çalışmak olarak algılanmasın.

Spor salonlarına da gittiği belli çünkü sevimliliğin yanında kaslı da görünüyor. Mert, iki gün boyunca sana öyle bir otomobil getireceğim ki bayılacaksın demişti fakat tüm ısrarlarıma rağmen modelini belirtmedi. Söylediğine göre aynen beni yansıtıyormuş. Tabii bu iki gün merak içinde geçti. Buluşacağımız noktada uzaktan beyaz Beetle’ı görünce, içindekine bile bakmadan, yeni konuğum olduğunu anladım. O sırada sevinçten zıplamışım. Uzaktan beni gülerek izleyen Mert de fotoğraflarda mutlaka zıplamam gerektiğini söyledi. Ne yapalım, emir büyük yerden biraz basket oynayacağız. Beetle’ı görünce bu otomobili paylaşmak istedim. Zaten eski Kaplumbağa’da da insanlar aynı duyguyu yaşıyormuş. Hatta vitrinde görünce satın alma, ona sahip olma dürtüsü zirveye ulaşıyormuş. Amerika gibi bir devler ülkesinde, küçücük bir otomobilin bu kadar satmasının başka izahı yok zaten. Paylaşmak derken, direksiyondan bahsetmiyorum, onu asla bırakmam. Bana sağ koltukta oturacak bir başka kadın gerekiyordu ki, yeni Beetle’ın dedikosunu yapabilelim. Bu nedenle koca cüsseli Mert’e ne yazık ki arka koltuk kaldı. Aslında bu da bir test oldu çünkü basık ve dar görünen arka koltuklarda uzun boylu birinin de rahatça oturabiliyor oluşu, görüntünün önemli olmadığını ispatladı. En iyi dostlarımdan Özen Gedik’i de yan koltuğuma oturttuktan sonra sıra Beetle’ın keyfini çıkarmaya geldi. İki dişinin bu kadar uzun süre otomobilden bahsetmesinin başka bir örneği zor bulunur herhalde.

Beetle’ın içindeyken; kuaför, alışveriş yada diğer kızsal dedikodular yerini bu Alman-Meksika melezi yakışıklıya bıraktı. Aslında melezliği sadece üretim yerinden yoksa safkan bir Alman. Otomobilin dışı gibi içi de sizi geçmişe götürüyor, buna karşılık günümüzde ihtiyaç duyulan her şey mevcut. Özellikle gövde rengiyle uyumlu panellere sahip ön konsola bayıldım. The Beetle alacak olsam, tercihim kesinlikle beyaz olurdu. İnsan sürekli işi çıksa da The Beetle’la bir yerlere gitse, biraz daha zaman geçirse diye düşünüyor. Hatta bu otomobil benim olsa sadece gezinmek için bile kullanırım yani bir işiniz olmak zorunda değil. Böyle hissettiren otomobiller, özellikle de kadınlar için azdır diye tahmin ediyorum. Biz erkeklerin aksine bir fonksiyona hizmet etmesini isteriz. The Beetle, geleneklerine uygun olarak üç kapılı ama kabin yeterince ferah. Mert’i de kullanırken gördüğüm için uzun boylular için bile hacim sıkıntısı olmadığını söyleyebilirim.

VW_Beetle_10

Volkswagen, bu otomobili detaylarla boğmamış. Kafanızı karıştıracak düğme, buton kalabalığı yok. Sadelik ön planda ama ihtiyacınız olan bütün donanımlar da fazlasıyla mevcut. Bence çok iyi bir denge sağlanmış. Orta konsolun üstündeki göstergeler şık görünüyor ama benim için bir şey ifade etmedi. Otomobili kullanırken yağın sıcaklığı ile ilgilenmiyorum açıkçası. Ama Mert’e bakarsanız en çok o kısmı hoşuna gitmiş. Sürekli turbo basıncına bakıyormuş. Gelelim sürüşe. Renault Captur’ü kullanırken küçük hacimli motoru hakkında olumsuz düşünmemiştim, fazla güç meraklısı değilim çünkü. Otomobil akıcı şekilde yol alsın benim için yeterli. Fakat sanırım görüşlerim değişmeye başlıyor. The Beetle’ın yoldaki davranışları çok hoşuma gitti. Gaza dokunmanızla sırtınızın koltuğa yapışması bir oluyor. Motor küçük ama güç oldukça fazla. İlk ehliyetimi aldığımda hızlı otomobillerin güvensiz olabileceğini düşünürdüm. Ama durum tam tersi.

Örneğin, sollama gibi manevralar o kadar hızlı gerçekleşiyor ki, risk azalıyor. Ayrıca hızlı otomobillerin daha iyi yol tutuğunu, frenlerinin de daha güçlü olduğunu bizzat öğrenmiş bulunuyorum. The Beetle’ın şanzıman da fazlasıyla dikkatimi çekti. Ne zaman vites değişiyor fark etmiyorsunuz bile. Kesinlikle bir sarsıntı yok. Mert, DSG otomatik şanzıman hakkında uzun bir nutuk çekti ama fazla dinlediğimi söyleyemeyeceğim. Belli ki ciddi bir teknoloji ama ben günlük hayata yansımasına bakarım. Çünkü sadece otomobilde değil, tüm ürünlerde markalar teknolojilerini ya da özellikleri ballandıra ballandıra anlatıyor. Ama önemli olan o ürünü kullanırken hissettikleriniz. Sonuç, bu teknoloji işe yarıyor… Mert, The Beetle’ın lastiklerinden şikayetçiydi ama ben onun kadar hissettim dersem yalan olur. Sadece bir virajda arkası kayar gibi oldu, onda da elektronik sistemler durumu hemen toparladı. Bu kaç beygirle alakanız olduğu ile alakalı bir durum. O 160 beygiri de şahlandırmak istiyor. Ben ise bazı atları ahırda yemlenmeye bırakıp, 80-90 tanesiyle idare ediyorum. Yine de yukarıda bahsettiğim gibi ihtiyaç duyduğunuzda 160 atlık sürünün emrinize girmesi çok keyifli bir duygu.

The Beetle’ın direksiyonu da insana çok güven veriyor. Tüy gibi hafif değil, kontrolün sürücüde olduğunu hissettiriyor. İşin içinde ‘test etmek’ olunca insan negatif şeylerden de bahsetmek istiyor. Fakat The Beetle’da fazla eksiklik bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bu arada üçüncü sürüşümüz sonunda liderliği The Beetle aldı. Diğer ikisini de çok beğenmiştim ama hangisine sahip olmak istersin deyince uzak ara The Beetle diyorum. Volvo V40 için de öyle hissettim ve yazdım, biliyorum. Gelip geçici bir yaz aşkıymış dersem çok mu ayıp olur? Almanlar yakışıklıklarıyla ünlü değildir ama bu ‘böcek’ kalbimi çalmayı başardı. Çünkü sadece yakışıklı değil hem karizamatik hem akıllı hem de kendisine fazlasıyla güveniyor, her ortama girebiliyor. Üstelik atletik de…

İlgili yazılar